Kabe : Eski fakat eskimemiş bina... Beldelerin anasına yaslanmış sırlar fanusu.
Kâbe; bakış zaviyesini
iyi belirlemiş olanlara göre, boynu ötelere uzanmış, bir bize, bir de
sonsuzluğa bakan; yer yer sevinen, zaman zaman da kederlenen için için bir hâli
olduğu hissini uyarır. Binlerce ve binlerce senenin tecrübe, vakar ve
ciddiyetini taşıyan ve daha çok da bir insan yüzüne benzeteceğimiz onun dış
cephesini görünce, edası ve endamıyla bize bir şeyler anlatmak istediğini,
harimini açıp bize:
“ Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefa gördüm”
dediğini duyar
gibi oluruz.
Kâbe; konumu
itibarıyla, evimizin en mutena köşesinde, en hâkim bir sedir üzerinde oturup
evlatlarının, torunlarının neşelerini paylaşan, elemlerini ruhunda yaşayan bir
anne görünümündedir. Bulunduğu yerden çevresini temâşâ eder; yer yer acılarla
burkulur, zaman zaman da inşirahla çevresine tebessümler yağdırır.
İnsan,
beldelerin anasına yaslanmış bu binaların anası çevresinde dönmeye başlayınca
şefkatle kucaklandığını, sevgiyle koklandığını duyar gibi olur. Tavafta hemen
herkes kendini, annesinin elinden sımsıkı tutmuş koşan bir çocuk gibi hafif,
güvenli ve şevkli hisseder. Evet insan, o binler ve yüz binler içinde, uhrevî
düşüncelerle onun etrafında pervaz ederken, âdeta Allah’a doğru
yürüyormuşçasına şevk u târâbla coşar ve kendinden geçer. Vücudunun yarısından
çoğu açık, urbası omuzlarında “remel” yapıp
zıplayarak yürürken her zaman telaşlı, endişeli; fakat bir o kadar da ümitli ve
çelik çavak bir yol alışın heyecanını yaşar.
Dünya hesabına bu salınmışlık, bu
rahatlık ve romantizm, mübarek evin çevresindekilere tarifi imkânsız büyülü bir
derinlik, bir hayal ve bir melâl aşılar. İnsan, o uhrevî kalabalığın ukba
buudlu görüntüsü karşısında, daha tavafa girmeden o ilâhî harimin münzevî sükût
ve şiirini duyar gibi olur. Her zaman kendini Kâbe’nin çevresinde bu dönme
büyüsüne kaptıran derin ruhlar, dönerken kim bilir, ne mahrem kapıların önünden
geçer.. ne bilinmez tokmaklara dokunur ve ne sihirli panjurlar aralarlar
ötelere.!
Öyle ki, bu eski fakat eskimemiş binanın çevresinde, her an yepyeni
duygularla coşup dönerken, tahayyüllerimizde açılan menfezlerden gönüllerimize
akan vâridâta, sinelerimizde çakan ışıklara ve ruhlarımızı uçuran sırra
şaşarız. Her adım atışımızda, sırlı bir kapı açılacakmış da, bizi içeriye
çağıracaklarmış gibi bir hisle hareket eder, keyfiyetini bilemediğimiz bir
zevke doğru kaydığımızı sanır ve kalbimizin heyecanla attığını hissederiz. O
esnâda bulunduğumuz yerden, Kâbe’nin gönüllerimize sinmiş olanca büyüklüğünün,
derinliğinin, büyüsünün canlanıp köpürdüğünü tepeden tırnağa her yanımızda
duyar ve ürpeririz.
Bu mülâhazaları
bazen, bir kısım gerçek sebeplere dayandırarak izah etmek mümkün olsa da, çok
defa kriterlerimizi, takdirlerimizi aşan vâridât ve sünuhat karşısında sessiz
kalırız. Zira Kâbe ve çevresi, maddî şartları ve dış aksesuarı itibarıyla bir
şeyler ifade etse de, muhtevası kapalı, mânâları buğulu, üslûbu da uhrevî
olduğundan herkes onun anlattıklarını anlamayabilir. Oysaki, avam-havas,
cahil-âlim, genç-yetişkin herkesin mutlaka ondan anladığı ama çok defa ifade
edemediği bir sürü şey vardır.
Kâbe, hepimizde
ürperti hâsıl eden mehîb dağ ve tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir
nilüfere benzemesinin yanında, içinde varlığın esrârını taşıyan bir sır fanusu,
Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin usâresinden meydana
gelmiş bir kristal gibidir. İnsan o sır fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü
sürece, akıp dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler hissettiği gibi, zaman
zaman da, Sidretü’l-Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri de
temâşâ eder.
Evet, hemen
herkes, onun harimine sığınır sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve
düşünce enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve
Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne
düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı kapılardan geçerek, o güne kadar
tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş,
bu mânâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmî hayat ve tastamam
bir ihlas ve yakîn birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların
hissesi kalıpların çerçevesine bağlı kalacaktır.
Kâbe’deki bu
derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her şey, diğer zamanlarda
olduğunun üstünde, hac duygusuyla renklenince, bir başka ihtişam, bir başka
mehabetle tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan
bir helezonla, vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir
cazibeyle gider Mâbuduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun eda ettiği tavaf
namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de Cennet kevseri veya vuslat şarabı
olur.
Yorumlar
Yorum Gönder